Zaman hepimizi benzeyenhızla sürüklüyor. Bütün gösterişlere, taçlara, tahtlara, silahlara, iktidarlara karşın bizi eşitleyen bir şey zaman. Hepimiz eşitiz vaktin içinde
Hayat, yaşadığınız anın içindeyken çok ağır kıpırdıyormuşi hissettirir, güya hiç geçmiyormuş, hiç geçmeyecekmiş aynıi… Sonra dönüp ardınıza bakarsınız, zamanın mecnun bir ırmak aktığını görürsünüz.
Akan suyun debisini ölçer gibi ben de akan hayatın suratını ölçmek için bir işaret koymak isterim.
Benim için o işaret Eylül’dür.
Eylüllerin tekrarı hayatın akışını da gösterir bana.
* * *
İşte Eylül yeniden geldi.
“Güller ve hanımelleri ile donanmış bahçeler, hepsinin birbirine benzediği açık mutfak pencerelerinden ortalığa yayılan kızartma kokuları, günün kararmaya başlamasına karşın eve girmemekte direnen inatçı çocukların sesleri.
Yaz gerilerde kalmaya başladı.
‘Alev rengi hüznüyle sonbahar’…”
Zamanın bu suratı, tekrarlanan ve hepimiz için her seferinde biraz daha eksilen bu Eylüller, bazen durup şöyle bir bakmamız gerektiğini düşündürür bana.
Eylül‘e uygun bir hüzünle hem hayatın hoşluğunu hem süratle geçip gittiğini, hem de o hayatı insanların bazen nasıl bir hovardalıkla ve anlamsız ihtiraslarla harcadığını gösterir bana.
Hem içinde olduğumuz Eylül‘e hem de geçmiş Eylüllere bakarım.
* * *
Geçen sene sormuşum:
“Ben bu Eylüllere neden düşkünüm?”
Sonra da yanıtlamışım:
“Eylül kırılgan ışıkları ve ürpertmeyen serinliğiyle galiba bizim yaşamakta olduğumuzu en çok hissettiğimiz ay… Ya da benim en çok o denli hissettiğim ay.
Sanki yaşadığımızı, yaşamanın başlı başına bir armağan olduğunu hissettiren Eylül olmasa ‘Unuttuğumuz bir şeydi yaşamak’…”
* * *
İnsanoğlu yüz binlerce Eylül yaşadı… Eylüller değişmedi.
Galiba insanlar da değişmedi… Binlerce yıl önce atlarla bozkırlarda dolaşırken nasıl yırtıcı ve muhterisse, bugün uzayda dolaşırken de benzeyenşekilde yırtıcı ve muhteris.
Hayatın, tabiatın, bu harika armağanın değil, iktidarın, zenginliğin, öldürücü bir gücün peşinde.
Birbirlerine berbatlıklar ediyorlar… Sonra herkes ölüyor.
Eylül, kendi macerasına yeni insanlarlaeski hislerle devam ediyor.
* * *
Eylül, sanırım vakitteki değişimi en kuvvetli hissettiğimiz ay.
Sıcaklar azalıyor, geceler serinliyor, hafif hafif yağmur bulutları toplanıyor, okullar açılıyor, hayatın ritmi yazın rehavetinden uzaklaşıp hızlanıyor.
Bu değişim, bir şekilde bir hesaplaşmayı, bir sorgulamayı da getiriyor beraberinde.
Niye insanoğlu büyük bir bağbozumu benzeri sevinçle yaşayabileceği bir hayatı, vahim bir vahşete çeviriyor?
Neden “geçici” olmanın hafifliğini değil de hep “kalıcı” olacağını sanmanın akılsızlığını yaşıyor?
Yanlış bir şey var bu insanoğlunda.
Bunu galiba en fazla eylülde hissediyorum artık.
* * *
Fransız müziklerinin büyük söz yazarı Guy Béart 2015 yılında öldü…
Anma merasiminde Saint-Germain-des-Prés’in ilham perisi Juliette Gréco o ünlü siyah giysileri içinde, kendisine yazdığı bir kült şarkıyı okudu.
“İl n’y a plus d’apres”….
Şarkı, Paris’te varoluşculuğun dört başı mamur bir şekilde yaşandığı Saint Germain des Pres‘de “sonrası olmayan bir an”ı anlatıyor…
Sadece bir an…
“Sadece bir hayat” da diyebiliriz biz… Yalnızca bir hayat… Milyarlarca insanın içinde aktığı bir vakitte geçirdiğimiz yalnızca bir hayat…
Güzel Eylülleri, insanlığın müthiş hataları ve acıları olan bir hayat.
Julıette Greco da Eylül 2020 ‘de öldü…
* * *
Palamut, lüfer, üzüm, bağbozumu…
“Alev rengi hüznüyle sonbahar…”
Öncesi yok, sonrası yok…
Dünü yok, yarını yok…
Sadece Eylül…
Onun hüznüne neşeyi, hayatta olmanın sevincini, direnci, öfkeyi ve umudu ekleyebiliriz.
Vahşilere inat yapmalıyız bunu.
* * *
Zaman süratle geçiyor.
Daha dün Eylül için bir yazı yazıyordum… Bugün yeniden Eylül geldi.
Zaman hepimizi benzeyenhızla sürüklüyor.
Bütün gösterişlere, taçlara, tahtlara, silahlara, iktidarlara karşın bizi eşitleyen bir şey zaman.
Hepimiz eşitiz vaktin içinde.
Eylül, vaktin akışına bir işaret olarak koyduğumuz bu süper ay, bize şeyi söylüyor:
Hepiniz eşitsiniz.
Öncesi yok, sonrası yok.
Size verilen bu armağanın tadını çıkarın.
P24’ten alınmıştır.